Yılmaz Odabaşı ile ‘eski Türkiye’den bir röportaj: Zulüm kalesinde tanıklık
Bu röportaj eskilerden bir şey bakarken karşıma çıktı. Yayın tarihine baktım, 3 Ekim 1999! Yapalı bugün itibariyle tam 20 yıl olmuş. “Eski Türkiye” röportajı bir yanıyla, ama içinde bir şairin cezaevi notlarıyla birlikte değişmeyen memleket hakikatleri var. Basın suçlarına erteleme, siyasi suçlara af tartışmaları mesela. “Eski Türkiye” ama, konuşulan hiçbir konu eskimemiş. “Meraklısına” diyerek, “geçmiş zaman” notuyla paylaşalım.
Söyleşi: MUSTAFA KARA

“Cezaevine ilk götürüldüğümde beni bir hücreye koydular. Cezaevi kapısında; deri yelek ve ceket vardı üstümde, ‘çıkar, yasak’, ‘ayakkabılarında demir var, çıkar yasak’, ‘rapido kalemin var, bırak yasak’. Gömlekle, terlikle hücreye koydular beni. ‘Depo kapalı’ diye yatak vermediler, çırılçıplak bir ranza… ‘Kantin kapalı’ diye kibrit vermediler, bir paket sigaraya baktım sabaha kadar.”
“Zulüm Kalesi” dediği Bursa E Tipi Kapalı Cezaevi’nde 50 gün kalan Şair Yazar Yılmaz Odabaşı, böyle anlatıyor cezaevindeki ilk saatlerini… Ve soruyor: “Bu devlet şairlerin yüreğindeki çocuğu öldürmekte niye böyle ısrarlı? Şairin yüreğindeki çocuğun ölümünden, bir çağ, bir uygarlık, bir devlet ne kadar kârlı çıkabilir ki?”
“Zorunlu ikâmet”in ilk saatlerinde yasaklar zinciri böyle karşılıyor şairi ve bunlar sadece başlangıç. “Onlar bizi parmaklıklarla, duvarlarla istedikleri kadar ıslah etmeye çalışsınlar. Ben dizelerimle yüreğimden insanların yüreklerine ırmaklar akıtıyor, onlarla bir gönül bağı kuruyorum. Buna nasıl engel olabilirsin be adam?” diye soruyor Odabaşı, öfkeli bir sesle.
ADLİ TUTUKLULAR HAK ARAYAMIYOR
Şair, “Düşünce suçluları için özel bir yerimiz yok, sen illegal örgüt üyesi de değilsin” deyip, siyasi tutukluların taleplerine karşın, onların arasına konulmamış. 12 Eylül Cuntası döneminde Diyarbakır Zindanı’nda tanıklık ettikleri, gördükleri, yaşadıkları gibi değil adli tutuklular arasında geçen günleri. Bu yüzden “D Blok 20. Koğuş” adlı öyküsünde anlattığı, aynı zamanda tanıklık ettiği zulüm ve zulme direniş öykülerinden farklı burada yaşananlar: “Ben bu süreçten çok yaralandım. Çünkü 12 Eylül’de siyasi suçluydum. Yakında sosyalizmi inşa edecektik ve devlet kendini ideolojik olarak gerçekleştiriyordu. Biz siyasal suçlular beraberdik, her türlü zulme direniyorduk. Bu kez adli suçluların olduğu bölümlerde kaldım. Tecavüzcülerin, psikopatların, gaspçıların arasında…” Siyasi tutukluların, bir arada olduklarında kısmi de olsa, belli kazanımlar elde edebildiklerini söyleyen Odabaşı, adli tutukluların çoğu zaman çaresiz kaldığını, haklarını arayamadıklarını belirtiyor.Yılmaz Odabaşı da uzun süre yalnız kalmış, dışarıyla haberleşememiş. “Cezaevi aleyhine ifadeler var” diye mektupları dışarı gönderilmemiş. 50 gün boyunca soyadı zorunluluğu bahanesiyle kimseyle görüştürülmemiş. Sevk talebiyle ölüm orucunda olduğu dönemde, hastaneye gitmek istemiş. “Hastanede ‘Beni öldürecekler’ diye bağıracaktım, tanıyan biri, bir gazeteci çıkar, diye. Ama beni hastaneye sevk etmediler. O denli çaresiz bırakıldım yani” diyor.

NE GÜNEŞ, NE DOKTOR!
Odabaşı’nı adli tutukluların yanına da vermemişler, “can güvenliğini sağlayamayız” diye… Adli tutuklular arasında bir sürü psikopat olduğu, müebbet alan birinin sırf “namım yürüsün” diye siyasi tutuklu bıçaklayabileceğini anlatıyor Odabaşı. Bu yüzden, bir aydan fazla revir koğuşunda “zorunlu konukluk” yaşamış. O günleri de şöyle anlatıyor şair: “Güya can güvenliğim var. 60 metrekare alanda, 20 tane çok ağır hasta ile beraber kalıyorum. Felç geçirenler, ayakları kesilenler, saralılar, uyuzlular, tüberkülozlular… 24 saat acil servis gibi çalıştım. Orada kaldığım 35 günlük sürede revir koğuşuna bir doktorun girdiğini görmedim. Güneşin girdiğini de görmedim. Ne güneş, ne doktor!”
BİRAZ OKSİJEN İÇİN…
“Kim bu insanlar?” diye soruyor Odabaşı, “bunlar da bu ülkenin yurttaşı sonunda” diye yanıt veriyor sonra. Cezaevinde insanlara “intikam duygusu” ile yaklaşıldığını, bunun karşılığının da sık sık yaşanan isyanlar olduğunu söylüyor. Ve Bursa E Tipi Cezaevi’nde insana verilen değeri, ya da daha doğru bir ifadeyle insana verilmeyen değeri, gösteren koşulları anlatmaya başlıyor: “Bir insanın, bırakın kültürel gereksinimlerini algılamayı, biyolojik gereksinimleri bile algılamıyorlar. Düşünün dört kat, her katta onar tane hücre. 40 hücrede, 40 insan var. Ama bu 40 insanın hava alabileceği küçücük bir pencere deliği bile yok. Bir sauna düşünün. Kirli havalı, bol karbondioksit, bol duman, sıcak, nemli, sigara kokusu, leş kokusu, küf kokusu karışmış. Hücre kapıları açıldı mı, hücrelerden çıkanlar, ellerindeki çay kaşıklarını, çakmakları atarak, yüksek camlarda küçük bir delik açmaya çalışıyorlar. Fakat, açamıyorlar”.
KABUKLU PATATES, ISPANAKLI TOPRAK
Devletin her tutukluya aylık iaşe bedeli olarak 10 milyon lira ayırdığını, Bursa E Tipi Cezaevi’nde de iaşe olarak sadece yemek verildiğini anlatıyor Odabaşı. 1200 tutuklunun yemeğini 5-6 gönüllü hazırlıyormuş her gün. Yemek hazırlıkları saat 09.00’da başlıyormuş, ancak bu 5-6 gönüllünün saat 12.00’ye kadar yemeği yetiştirmesi mümkün olmuyormuş. “Bu yüzden patatesler, havuçlar kabuklu çıkıyor. Ispanak pişirilince, topraktan ıspanak görünmüyor. Toprağı ile yıkamış pişirmişler” diyor Odabaşı ve sorular soruyor ardarda: “Reva mı bir insana ceza aldı diye, toprak yedirmek? Bunlar ‘Geceyarısı Ekspresi’ değil mi? Geceyarısı Ekspresi olması için bir insanı duvara çevirip, makatına cop sokmak koşul mudur? Bir insanın ruhunu bu denli sakatlayan, psikolojisini bu derece sakatlayan bir sistem, bu mahkûmları ıslah ettiğini mi sanıyor? Yoksa düşman olarak mı kazanıyor? Islah etmek gibi bir amacı yok demek ki?…” Bu soruların yanıtını da Cezaevi Savcısı ile bir diyaloğunu aktararak veriyor. Nâzım Hikmet okuyan, kendine “çağdaş, hümanist değerlerin savunucusu” payesi biçen bir adammış Savcı Derviş Bey. Odabaşı, “Soruyorum, ‘Sayın savcı, bu zulüm ne, bunca acı neden?’ Yanıt: ‘Mahkumların burada ıslah edilmesi gerekir’…”
BALIK İSTİFİ YIĞILMIŞ İNSANLAR!
Bu koşulların sadece Bursa E Tipi Cezaevi’ne özgü olmadığının ısrarla altını çiziyor Yılmaz Odabaşı. “Aslında hayvanların bile barınamayacağı koğuşlar var Türkiye’de. En iyi bilinen Saray Cezaevi’ne bile bakarsanız, neredeyse 100 yıllık bir yapı. Koğuş duvarları çökmek üzere, ahır gibi yani. Hukuk sisteminin yurttaşına, mağduruna gösterdiği hoşgörü bu kadar. İnsanına layık gördüğü mekanlar buralar. Sıvaları dökülmüş, kokan, güneş görmeyen koğuşlara balık istifi yığılmış insanlar. Cezaevi değil, emanetçi dükkânı sanki! Oysa oradakiler insan. Emanetçi dükkânında bile bir çantaya itina gösterilir, sahibine sağlam teslim edilir. En azından ‘emanetçi dükkânı’ muamelesi yapsınlar bu insanlara. Bu insanların ekonomik sorunları var, ruhsal sorunları var. Rehabilite edilmeleri gerekir. Suçları yüzünden ailelerinden, sevdiklerinden dışlanmaları var. Cezaevi aç, susuz, çok yalnız geçen bir süreç onlar için… Unutulmasın, onlar insan…”
GECENİN MEÇHUL YOLCULUKLARI
Bursa E Tipi Cezaevi’ne siyasi mahkûmlar da getiriliyormuş, “paket usülü” denilen yöntemle. “İdarecilerin dikkatini çeken”, “öne çıkan” siyasi mahkûmlar, bir süre E Tipi Cezaevi’nin hücrelerinde kaldıktan sonra, sürgün cezaevlerine gönderiliyormuş. Bir tanıklığını anlatıyor şair: “Bir çok siyasi mahkûmu tekme tokat döverek sevk ediyorlar. Ben oradayken, iki tane PKK davası tutuklusu elleri, gözleri, ağzı bağlı getirildi ve öylece hücreye konuldu. Sabaha karşı saat 03.00’de hücreden aldılar onları, ama nereye götürdükleri meçhul”. “Siyasi tutuklular için yalnız bırakmak, dağıtmak, pasifize etmek için tehlikeli bir yöntem” diyor Odabaşı, hücre sistemi ile amaçlananı da özetliyor bu sözler.

YA DIŞARIDA KALANLAR?
Odabaşı, mahkûmların değil, dışardaki yakınlarının da cezalandırma, insan yerine koymama mantığı nedeniyle mağdur olduğunu anlatıyor. Bursa E Tipi Cezaevi’nden bir örnek veriyor: “Ziyarete gelen insanlar saatlerce cezaevi önündeki toprak alanda bekletiliyorlar. Yağmur yağıyor, cezaevinin saçaklarına yaklaşmaları yasak. O yağmurun altında bekliyorlar. Biraz düşünmek gerekir, biraz akıl ve nizan gerekir, kapalı bir mekân yapılsa, çay kahve satılsa, hem bir gelir olur, hem de dışardakiler bu kadar mağdur edilmez”. Bütün cezaevlerinde durumun aynı olduğunu, “Siz misiniz mahkûmun yakını, siz misiniz onu seven, sizi de bir ıslah edelim de buralara gelmeyin” yaklaşımının hakim olduğunu anlatıyor Odabaşı. Çoğu yoksul ailelerden gelen adli tutukluların, yakınlarının yaşadığı sıkıntıları da dile getiriyor şair: “İnsanların dilleri, elleri, kolları bağlı. Çaresizler. Karıları dil bilmez, yol bilmez. Ayaklarında lastik terliklerle görüş kapılarında 8-9 saat bekleyen kadınlar, dertlerini anlatamıyorlar, hiçbir kapıya başvuramıyorlar, çare arayamıyorlar.”
BİR BÜROKRATIN YAPTIKLARI
Odabaşı’nın yakınları da çekmiş aynı acıları. Bursa E Tipi Cezaevi’nden Saray Cezaevi’ne sevki için avukatları, yakınları çok uğraşmış. Bir bayan yakınının Adalet Bakanlığı’nda sevki için başvuru yapmaya gittiğinde yaşadıklarını anlatıyor Odabaşı. Yakınının sevkin yapılması için görüştüğü bürokrat, “haber vereceğim” diye ev telefonunu almış. Sonra da geceyarısı arayıp, “Ben sizinle felsefe konuşmak istiyorum” demiş. Yaptığının kabalık ve çirkin olduğu yanıtını alınca ise, “Yoksa sevki de unutun” tehdidi devreye girmiş hemen. Odabaşı; olayı şöyle yorumluyor: “Bir mahkûm yakını, Adalet Bakanlığı’nın adaletine başvurup, sevk talebini iletiyor ve tacize uğruyor. Aynı şey başka yakınlarıma da yapıldı. Pervasızlığı düşünün, benim yakınlarıma bunlar yapılıyor. Daha büyük olaylar olabilirdi. Geceyarısı gelip kapıyı da kırabilirlerdi. Böyle hayvanlar çok. Bir de köylü bir mahkûm karısı düşünün… O yol bilmez, iz bilmez kadınların başlarından geçenleri bir düşünün…”
‘VERECEĞİM ÖDÜN YOK BU DEVLETE’
“Bu devlet beni 12 Eylül’den önce yasak kitap okuduğum gerekçesiyle, 12 Eylül döneminde yasal bir derneğe üye olduğum için, derneği illegal ilan edip örgüt üyeliğinden yargıladı. Daha sonra kitaplarımdan, yazdıklarımdan, konuştuklarımdan 12-13 dava açıldı. Cezaevlerinde yattım çıktım” diyor şair Odabaşı ve ekliyor: “Benim inandıklarımdan vereceğim bir ödün yok bu devlete.” “Şairin yüreğindeki çocuğa niye bu kadar kin duyulduğunu” anlayamadığını yineliyor şair, ve ardından devam ediyor: “Biz yine özgürlüğü gelin gibi takıp kolumuza çıkarız. Biz yine yazarız. Onlar gelecek kuşaklara, 21. yüzyılın çocuklarına, şiir severlerine bize bu mağduriyeti yaşatmanın hesabını nasıl verecekler? Kendi torunlarına nasıl verecekler? Vicdanlarına nasıl verecekler?Yani, ‘Mustafa Suphi ve yoldaşlarını kim öldürmüş? Nâzım neden 13 yıl hapis yatmış?’ demek neden hâlâ suç bu ülkede? Onu anlamakta güçlük çekiyorum…” Odabaşı, cezaevlerinde bazı idarecilerin, “Ne demek düşünce suçlusu, düşünce suçu diye bir şey yok” diye bağırırken, mafya liderleri ile ahbaplık kurduklarını söylüyor ve bu gerçeği “çökmüş bir sistemin ipuçları” olarak değerlendiriyor.
‘HİÇBİR ŞAİRİ KELEPÇE İLE YENEMEZLER’
Bu cümleleri kurduğu için küçücük hücrelerde, 10 metrekare koğuşlarda 7 ay volta atmış, avurtlarına çarpacak bir rüzgâra hasret yatmış şair. Kendisine ve cezaevindeki diğer şair ve yazarlara bu yazgıyı reva görenlere de bir çift sözü var: “Bu süre daha uzun da olabilirdi veya Bursa’daki ölüm orucunda ölmüş de olabilirdim. Bu ülkenin yazarına, şairine böyle bir yazgı reva görülüyor. Ama bilmiyorlar ki, bizim yazdıklarımızla okurlarımız arasında bir gönül bağımız, gönül köprümüz var. Bu köprüyü yıkamazlar. Bu yüzden boşuna uğraşmaktalar, bizi mağdur ettikleri için kendilerine olan nefreti boyutlandırmaktalar. Ben şiir yazıyorum, kara kaplı kitaptan yasalar yazmıyorum. Hiçbir şairi küfürle, sloganla yenemezler, zincirlerle kelepçelerle yenemezler. Çünkü insanlar bir tek dizenin peşine takılır. O dize ile gözleri ışır, o dize ile insanı severler…”
ERTELEME İLE KİMİ KANDIRIYORLAR?
Şairin, basın yoluyla işlenen suçları erteleyen yasaya da itirazı var: “İmaj derdindeler. Düşüncenin önündeki bütün yasaklar duruyor. Ben bu sözleri söylediğim için ceza almıştım; bu ülkede düşünce yasakları sürdükçe, benim kitaplarımın çok satması satmaması, benim içerde ya da dışarda olmam hiç önemli değildir. Çünkü bu yasaklar sürdükçe elinde kalem taşıyan adam olarak ben her zaman baskı altında olacağım demektir ve baskı altında olunca, ben hep buna itiraz edeceğim, isyan edeceğim demektir.”
AF SİYASİLERİ KAPSAMALI
Son günlerde yoğun olarak tartışılan af yasa tasarısına da değiniyor Yılmaz Odabaşı. Meclis’in yeniden açılması ile birlikte af tasarısı yeniden ele alınırken, affa mutlaka siyasilerin de dahil edilmesini istiyor. Yoksa büyük gerginlikler yaşanacağı uyarısı yapıyor. “Cezaevlerindeki bu kötü koşullarda, bu denli gerilimli bir süreçte, bu denli insan psikolojisini bilmeyen idarecilerin elinde, daha dün örneklerini gördüğümüz olayları yeniden yaşayabileceğimizi söylemek istiyorum. Af tasarısına, DGM’lerce astronomik hapis cezalarına çarptırılan, binlerce siyasi tutuklu dahil edilmelidir. Cezaevleri bir gerilim hattıdır. Bu insanlar, Türkiye’nin siyasi koşullarındaki karmaşanın da basıncı ile, kötü cezaevi koşullarında, ağır yaralarla ciddi bir gerilim içindeler” diyor Odabaşı ve çok ciddi tatsızlıkların yaşanabileceğini söylüyor.
HEPİMİZ BÜTÜN ÜLKE SORUMLUYUZ!
Odabaşı, Ulucanlar Cezaevi’ndeki katliamdan yaralı kurtulan tutuklulara yapılanları da hatırlatıyor: “Eli kolu bağlı yaralı bir insanı zincirlerle bağlıyorlar ranzalara, bunlar insan!” Bursa E Tipi Cezaevi’nde tanık olduğu ölümleri de anlatan Yılmaz Odabaşı, Türkiye’de devletin bu tür şeyleri savuşturmada çok usta olduğunu da söylüyor ve ekliyor: “Bir tek Metin Göktepe’yi, oluşan kamuoyu basıncı ile savuşturamaz durumda kaldı. Göktepe öldürüldüğünde de ilk mazeret ‘duvardan düştü’ydü. Bu mantalite, bu tür düzmece senaryolar yazmakta çok usta, cop sallamakta, memurlarını alanlarda dövmekte, insanları cezaevine atmakta çok usta, ama bakın bir deprem oldu hiçbir şey yapamadılar”.
Türkiye’deki cezaevlerinde yaşanan mağduriyetten, ölen insanlardan hepimizin, tüm ülkenin sorumlu olduğunu söyleyen Odabaşı’nın bu tespiti, şairin bir dizesini hatırlatıyor bize:“Herkesin biraz faili olduğu meçhul bir cinayetim şimdi…”
STATÜKOYA DOKUNUNCA YOK SAYDILAR
Cezaevinde dönem dönem yalnızlığa terk edilmiş Yılmaz Odabaşı. Türkiyeli edebiyat çevrelerinin ilgisizliği ve tepkisizliğinin yanısıra, Cumhuriyet gazetesi de haber yasağı koymuş. Buna kızgın. İçeri girmeden önce her türlü dayanışmayı vaat eden, üyesi olduğu kurumlar kendisini cezaevinde birdenbire yapayalnız bırakmış. Nail Güreli’nin, Sedat Simavi Ödül Töreni’nde kendisine, ‘Merak etme, ne gerekiyorsa yapacağız’ dediğini söyleyen Odabaşı, tepkilerini şöyle dile getiriyor: “Uluslararası PEN üyesi, Türk PEN üyesiyim, Yazarlar Sendikası üyesiyim, Edebiyatçılar Derneği üyesiyim. Bu örgütler benim suçumun niteliğini öğrendikleri zaman birdenbire yapayalnız bıraktılar. (Yazarlar Sendikası son Genel Kurulu’ndan sonra ilgilenmeye başladı.) Devlet birdenbire koordine oluyor o an. Devletin savcısı, infaz koruma memuru, devletin yargıcı, devletin meşrulaştırdığı yazar örgütleri, elimine ettiği, ehlileştirdiği statükonun örgütleri kolkola bir kayıtsızlığı yeğlediler.” Uluslararası PEN ve İsveç PEN’inin imza kampanyası başlattığını da hatırlattıktan sonra devam ediyor: “Türk PEN bir saatlik yoldan gelip bana bir selam vermedi. Çünkü statükonun endikasyon alanı çok geniş, sistem çok esir almış bu insanları.”
GELENEKTEN NİYE VAZGEÇELİM?
Türkiye’de aydınların, şairlerin, yazarların durumunu çok vahim gördüğünü söyleyen Odabaşı, “Ben olağanüstü bir örnek miyim, kahraman mıyım? Hayır. Böyle bir iddiam yok. Ama bu statüko, bu sistem herkesi batağına çekmiş. Basın tekelleri çok büyük tirajlara ulaşmış. Bizi dışlamışlar, sesimiz duyulmuyor. İtirazlarımızı yansıtamıyoruz bu yüzden. Bazı şairler haber gönderiyor. ‘Niçin politik konularla ilgileniyor, bir şair oturur şiir yazar?’ diye. Ama bakın Türkiye’de bir gelenek var. Devlet bu geleneği yıllarca sürdürdü. Karartma Geceleri’ni izlediniz, Nazım’ın çektiklerini biliyoruz, Orhan Kemal’lerin çektiklerini, Sabahattin Ali’lerin sınırda vuruluşunu. Aziz Nesin’e kadar hepsinin çektiğini biliyoruz. Devlet bu gelenekten vazgeçti mi? Devlet şairinden yazarından özür diledi mi? Devlet bu gelenekten vazgeçmediyse, bu ülkenin şairi, yazarı niye vazgeçsin?” diye soruyor.
KÜRT RANTI YEMEKLE SUÇLANDIM
Tepki geleneğinden, statükoya eleştirel bakma geleneğinden vazgeçmediği için “şov yapıyor” dendiğini, edebiyat çevrelerinde, “Kürt rantı yemek”le suçlandığını söyleyen Odabaşı, bu iddiaları şöyle yanıtlıyor: “Kürt’ün rantı olsa, kendisi yer zaten. Kürtler göç yollarında telef durumda. Binlerce faili meçhulleri var, binlerce yarası var hepsinin. Kürt rantı yemeye niyetli olsaydım, Diyarbakır’da kaldığım yıllarda, 90-91-92’de inadına Kürt hareketine eleştirel bakan yazılar yazmazdım. Bilfiil onların safında olmayı seçerdim. Bunu seçmedim. Ama bu kimliğimden, Kürtlüğümden de vazgeçmedim. Adımı bir ara Kemalist’e çıkardılar, ben Atatürk’e hakaretten hapis yattım. Çok ucuz işamlarla insanları harcıyorlar bu ülkede. Türkiye’de sistem bizi susturmak, bizi dışlamak için her türlü tertibatı almış. Böyle bir atmosferde, devletten gelen her laneti, her belayı göğüslemek zorundayız. Onu bilmek, tanımak, ona dik durmak zorundayız. Ama bir de soldan, bizim muhalif çevrelerden gelen yaralar, çok daha örseleyici oluyor.” Kürt olmasından ötürü daha fazla zenci olduğunu söyleyen Odabaşı, ekliyor: “Kürtlüğümden ötürü beni sadece devlet değil edebiyat çevreleri de dışlamakta. Ne devlet, ne edebiyattaki iktidar, statüko engelleyemedi, bu yürüyüşü sürdüreceğiz biz.”